Öğrenme Bilimini Sınıflara Nasıl Taşırız?
28.01.2021
Yeni bir araştırma, çocuklukta yaşanan – hem iyi hem kötü – deneyimlerin gelişmekte olan beyin üzerindeki etkilerine ışık tutuyor. Peki okullar bu bilgilere ayak uyduruyor mu?
Öğrenme ve gelişim bilimini inceleyen araştırmanın uzman ekibinin lideri Pamela Cantor, “20. yüzyıl eğitim sistemi ‘gelişmekte olan beyin’ bilgisine sahip değilken tasarlandı,” diyor. “Öğrenmenin bir beyin fonksiyonu olduğu ve bu kritik bilgiye erişimi olmayan bir eğitim sistemine sahip olduğumuz gerçeğini düşündüğümüzde, akıllara şu soru geliyor: Bu bilgiye sahip bir eğitim sistemi yaratacak iradeye sahip miyiz?”
Beyin gelişiminin 6 yaşına kadar büyük ölçüde tamamlandığı yönündeki inanışın aksine, beyinlerimizin 20’li yaşlarımıza kadar şekillenebilir olduğunu ve değişmeye devam ettiğini artık biliyoruz. Bu durumun okul çağı boyunca öğrenmeye büyük etkileri mevcut.
Sinir dokularımız çevremize, deneyimlerimize ve ilişkilerimize bağlı olarak değişir. Örneğin, evde sürekli sıkıntı yaşayan bir çocuk kendini şiddetten veya istismardan korumak için sık sık “savaş ya da kaç” tepkisi verir. Zaman içinde, beyin devreleri biliş, muhakeme ve hafıza pahasına saldırgan ve endişeli eğilimlere yönelerek yeniden şekillenir. Yeni bir araştırmaya göre, böyle çocukların özel eğitim programlarına yerleştirilme, sınıf tekrarı yapma ve davranış problemlerine sahip olma ihtimalleri daha yüksek.
İyi haber şu ki, zehirli stres ve zarar verici ilişkiler öğrenmeyi engellese de, pozitif ve destekleyici öğrenme ortamları bunu tersine çevirebilir. Bir yetişkinle (örneğin bir öğretmenle veya rehberlik danışmanıyla) güven verici bir ilişkiye sahip olmak, stresin olumsuz etkilerine karşı koruyucu tampon görevi görebilir.
Beyin şekillendirilebilir olduğu ve yetişkinliğe kadar gelişmeye devam ettiği için, öğrenciler de başlangıçtaki – veya hala devam eden – tüm olumsuz deneyimlere rağmen potansiyellerini gerçekleştirebilirler. 2015 yılına ait Harvard Üniversitesi raporuna göre, bir çocuğun hayatında dengeli, şefkatli ve destekleyici ilişki sağlayan en az bir yetişkin olması, çocuğun esneklik ve dayanıklılık (rezilyans) geliştirmesinin ve sıkıntılarla baş etmesine yardımcı olmanın en iyi yollarından biri.
Öğretmenlerin işine yarayacak bir başka bilgi ise şu: Bilim, gelişmekte olan beyindeki değişkenliğin bir istisna değil, norm olduğunu doğruluyor. Bir oda dolusu beş yaşındaki çocuk birbirinden farklı becerilere sahiptir ve gelişimsel açıdan baktığımızda aynı şey 10 ila 16 yaş arasındaki çocuklar için de geçerlidir. Ancak oldukça farklı olmamıza rağmen, hepimiz benzer yollarda ilerliyoruz. En nihayetinde kabaca benzer bir sırayla aynı becerileri kazanıyoruz.
Okullar ne yapabilir?
“Bilim bize diyor ki; beyin işlerken ve büyürken güvende olmaya, sıcaklığa ve hatta kucaklanmaya ihtiyaç duyar,” diye açıklıyor Stanford Üniversitesi profesörü Linda Darling-Gammond. “Olumsuz bir duygu haliyle karşılaştırıldığında, olumlu bir duygu hali içindeyken çok daha etkili bir şekilde öğreniriz. Okuldaki yaklaşımımızı da bu bilgi ışığında şekillendirmemiz gerekiyor.”
Darling-Hammond’a göre, okulların bu bilgilere uyum sağlaması için yöntemler mevcut. İşte onlardan bazıları…
Fırsatları kullanın: Çocukların okulda çok fazla zaman geçirmesi sebebiyle, okullar öğrencilerin gelişmekte olan beyinlerini şekillendirmek için çok büyük bir fırsata sahip. Okulda çocuklar ile yetişkinler arasında güçlü ve uzun vadeli ilişkiler kurmak kalıcı olumsuz deneyimleri bastırabilir, gelişen beyni öğrenmeye ve daha karmaşık beceriler edinmeye hazırlayabilir.
Değişkenliğe hazır olun ve onu benimseyin: Beyinlerimiz önceden ayarlanmış programlara göre olgunlaşmaz, okul yılları boyunca sınıflardaki öğrenciler geniş bir bilişsel, sosyal ve duygusal gelişim yelpazesi gösterir. Kişiselleştirme, her öğrencinin gelişimsel açıdan nerede olduğunu anlamak ve onlara mevcut seviyelerinde başlayan bir öğrenme deneyimi sunmaktır.
Aidiyet ve güven duygusu aşılayan uygulamaları dahil edin: Okullar güvenli, bireysel kimliği kabul eden destekleyici yerler olduğunda; her öğrenciye aidiyet duygusunu hissettirdiğinde ve öğrencilerle bilinçli olarak güçlü ve uzun vadeli ilişkiler kurduğunda, daha fazla öğrenmeye de – beynimiz güven verici ortamlarda öğrenmeye daha duyarlı ve açık olduğu için – yol açmayı başarabilir.
Hem pedagojik hem de sosyal stratejiler, bilimle tutarlı bir şekilde sınıflara ve eğitim sistemlerine dahil edilebilir. 2018 yılında yapılan bir çalışmaya göre, güne ilişkiyi güçlendiren basit bir aktiviteyle başlamak – öğrencileri sınıfın kapısında karşılamak gibi – akademik katılımı yüzde 20 artırabilir ve rahatsız edici davranışları da yüzde 9 oranında düşürebilir.
ABD, Maine’deki King Ortaokulu’nda sekizinci sınıf İngilizce öğretmeni olarak görev yapan Catherine Paul, akademik standartları sürdürürken hoşgörülü ve saygılı bir kültür yaratmak için cümlelere “Katılmıyorum, çünkü…” gibi ifadelerle başlamayı öneriyor. Paul, “Güzel bir tartışma ortamı yaratmak için her öğrencinin sınıfın değerli bir parçası olduğunu hissetmesi gerekiyor,” diye açıklıyor. “Bunun sonucunda belki normalde hiç konuşmayacakları ya da en azından bu seviyede konuşmayacakları biriyle konuşmuş oluyor öğrenciler.”
İnsan gelişimi ve öğrenimine dair anlayışımız, okulları tasarlamaya başladığımızdan bu yana çok uzun bir yol kat etti ve öğretme biçimimizin öğrencilerin öğrenme biçimiyle daha uyumlu olması için değişim gerekiyor. Bununla birlikte, çok sayıda iyi öğretmenin, bilimsel araştırmaların bugün onayladığı pek çok şeyi yıllardır sınıflarında uygulamakta olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kısaca toparlamak gerekirse, ilişkiler çok büyük önem taşıyor, öğrenme beyin kendini güvende ve desteklenmiş hissettiğinde gerçekleşiyor ve hiçbir çocuk umutsuz vaka değil.
Cantor, “İnsan gelişimi biliminin en harika taraflarından biri ‘iyimser’ olması,” diyor. “Bir çocuğun başlangıç noktası ne olursa olsun, çocuk yaşadığı deneyimler ve ilişkilerde bilinçli bir şekilde teşvik edildiği sürece, gelişimi de mümkün.”
Kız öğrenciler yurt ortamını daha güvenli bulduğu için yurtlarda yaşamayı tercih etmektedir.